13 Ekim 2015 Salı

MACARİSTAN GEZİMİZDEN NOTLAR

TUNA’NIN KRALİÇESİ

(Tuna Nehri'nden Gece Manzarası)
Büyük bir heyecanla başladı yolculuğumuz, aslında heyecanımız yolculuktan çok önce başlamıştı. Valiliğimizin böyle bir proje başlattığını ilk duyduğumuzda acaba bize çıkar mı diye. Uzun bir aradan sonra telefon geldi, bize çıkmıştı. Hislerimiz ikiye katlandı. Yurtdışına ilk defa çıkacak olmanın, Avrupa ülkeleri hakkında edindiğimiz birçok bilgiyi gidip yerinde görecek olmanın, gördüklerimizi, yaşadıklarımızı, fotoğrafları paylaşacak olmanın mutluluğu vardı içimizde.

Erzurum-İstanbul arası uçakla 1 saat 45 dakika, oradan Macaristan’nın başkenti Budapeşte’ye 2 saat sürdü yolculuğumuz. Varışımız akşamdı, şehrin ışıkları arasında havaalanına indik.

      Sabah ilk olarak Petőfi Sándor Gimnázium lisesini ziyaret ettik. Başka bir yazımda Macaristan’da eğitim konusunu, okul ziyaretimizi ayrıca paylaşmak istiyorum.

       Okul ziyaretinden sonra panoramik Budapeşte şehir turu yaptık. Budapeşte için “Tuna’nın İncisi”, “Tuna’nın Kraliçesi” denmesinin sebebini şehir turumuzda çok iyi anladım. Nehrin her iki yakası da müthiş tarihi yapılarla bezenmiş. Budapeşte adını nehrin batı yakası olan Buda ve doğu yakası olan Peşte’den almış. Ülkenin en büyük şehri burası olup nüfusu 2 milyon.
                
     Macarlar sanata düşkün, bunu mimari yapılarından, heykellerden, birçok müze ve sanat galerisi bulunmasından, büyük opera binasından anlayabiliriz. Macaristan mimari olarak harika bir estetiğe sahip, tıpkı bir açıkhava müzesi gibi. Orta Avrupa’nın en güzel şehri unvanını hak eder nitelikte. Şehir 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya mirası listesine alınmış. Eski Avrupa mimarisi çok güzel korunmuş. Aslında şehir 2. Dünya Savaşı’nda çok fazla hasar görmüş fakat her şey aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Bu yüzden yapılar koruma altında. Öyle ki belediyeden habersiz boya bile yapılamıyor.

      Budapeşte termal kaplıcalarıyla da ünlü. Hévíz Gölü, dünyanın en büyük termal gölü burada bulunmakta. Kışın bile suyun sıcaklığı 23-25 derece, termal havuzlarda kimileri yüzerken yolun hemen karşısında birileri de buz pateni yapıyordu.
         
       Şehirde ulaşım gayet düzenli; benim dikkatimi çeken toplu taşıma araçları ve ticari taksiler için ayrı bir şerit bulunmasıydı. Dünyanın en eski ikinci metro ağı da burada bulunuyor, en eskisi İngiltere’deymiş.
               
(Kraliyet Sarayı)
     Şehrin Buda yakası dağlık, Peşte tarafı ise düzlük. Buda tarafında bulunan Gellert Tepesi Tuna Nehri’nden 140 m yüksekte, şehrin panoramik manzarasının seyredilebileceği en iyi nokta. Tepedeki korkuluklarda yüzlerce kilit takılıydı, sevgililer buraya gelip bir daha ayrılmayacaklarına dair kilit takıp anahtarlarını tepeden aşağıya atarlarmış. Buda tarafında görülmesi gereken diğer bölge Kale Tepesi ve eski şehir civarı. Tuna Nehri’ne bakan bu tepede Kraliyet Sarayı, Matyas Kilisesi ve Balıkçılar Burcu bulunuyor. Kraliyet sarayı günümüzde müze olarak kullanılıyor.         
         
(Matyas Kilisesi)
   Matyas Kilisesi 1541 yılında Buda şehrinin Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle birlikte camiye dönüştürülüp adı Fethiye Camisi olarak değiştirilmiş, tam 145 yıl cami olarak kullanılmış. İhtişamlı mimarisiyle müthiş bir görsele sahip.
     
       Balıkçılar Burcu yine şehrin en iyi seyredilebileceği bir konuma sahip. Nehrin Peşte yakasında bulunan Parlamento Binası’nın tam karşısında. Bu yapı kumdan kaleleri andıran mimarisiyle görülmeye değer.
        
(Gül Baba)
         Buda yakasında bir de Bektaşi dervişi olan Gül Baba’nın türbesi bulunuyor. Adını, sarığından eksik olmayan gülden almış. Osmanlı seferinde askerleri motive etmesi için getirilen derviş daha sonraları dönmeyip orada kalmış. Macarlar Gül Baba’yı o kadar sevmişler ki türbesini hâlâ koruyorlar.
      
       Gelelim Peşte tarafına. Gezmek ve alışveriş için daha uygun, trafiğe kapalı Vaci Utca Caddeleri bu yakada. Peşte tarafında gezimize Kahramanlar Meydanı’ndan başladık. Bu meydan Macarlar’ın Orta Asya’dan gelişlerinin 1000. yılına ithafen yapılmış, önceki adı Milenyum Meydanıymış. Burada birçok din adamı ve kahramanlarının heykelleri bulunuyor. Meydanın çevresinde birçok müze, galeri bir de büyük Opera Binası bulunuyor. Meydanın hemen arkasında yapay bir göl bulunuyor. Mevsim kış olduğundan buz pateni yapılıyordu, yazın ise kayığa biniyorlarmış. Şehirde yılbaşı kutlamaları, havai fişek gösterileri en güzel burada oluyormuş.
         
(Parlamento Binası)
    Peşte tarafında görülmesi gereken en güzel, en görkemli yapı tartışmasız Parlamento Binası. Biz içini gezemedik ama içi dışından daha güzelmiş. Işıkların Tuna Nehri’ne yansıması ile müthiş bir fotoğraf malzemesi. Zaten şehir gece ışıklandırmasıyla ödül almış.

       Buda ve Peşte’yi birbirine bağlayan birçok köprü bulunuyor. Bunlardan en güzeli Zincirli Köprü, üzerinde bulunan aslan heykellerinden dolayı Aslanlı Köprü de deniliyor. Yine Elizabeth Köprüsü ve Özgürlük Köprüsü de tam bir sanat harikası, gece ışıklarıyla da çok güzel görünüyorlar.  Tekne turumuzda soğuğa rağmen fotoğraflama fırsatını değerlendirdik.
         
(1686 yılında az bir askerle 90 bin kişilik haçlı ordusuna karşı tek başına kaldığı halde kahramanca savaşan son Budin valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa'nın Macarlar tarafından yaptırılan mezarı)
         Osmanlı’nın batıdaki en uç noktası sayılan Estergon Kalesi nehrin kıyısında mavi kubbesiyle görülmesi gereken bir yapı. Kale, adına türküler söylenmiş, hikâyeler yazılmış milli hafızamızda önemli bir yere sahip. Rehberimiz, Barış Manço’nun “Estergon Kalesi” türküsünü otobüste bize dinleterek milli duygularımızı şahlandırdı, bizi hüzünlendirdi. Kale Budapeşte’ye yaklaşık bir buçuk saat uzaklıkta bulunuyor.
         
   Gezimizin en etkileyici anlarından birisi Kanuni Sultan Süleyman’ın son seferini yaparken şehit düştüğü anları hatırlamaktı. Kanuni Zigetvar seferinde, 72 yaşına ve hasta olmasına rağmen ordunun başında bulunmuştur. Nitekim kalenin fethini göremeden çadırında son nefesini vermiştir. Kanuni’nin iç organlarının bu bölgede gömülü olduğu bilinmektedir.
         
(Hediyelik eşya dükkanından bir görüntü)

(Szentendre Kasabası'ndan bir görüntü)
        Dönüşte şirin bir Macar kasabası olan Szentendre’ye alışveriş için uğradık. Sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, sanat galerileri olan şirin bir kasaba. Kasabada, akşam ışıklı caddede yürürken insan kendini bir tablonun içerisinde gibi hissediyor.
         
(Çigan gecesinden görüntüler)
      Budapeşte’de bir akşam da Çigan Gecesi’ne katıldık. Çingene müziklerinin çalınıp yöresel kıyafetlerle dans gösterilerinin yapıldığı, geleneksel yemeklerin ikram edildiği kültürel bir etkinlikti.

       Ülkede Tuna ve Tisza nehri bir de Balaton Gölü bulunuyor. Macarlar buraya deniz diyorlar.  Orta Avrupa’nın en büyük gölü. Ülke Avrupa Birliği’ne girmiş ancak para birimi hâlâ Forint. Ekonomik olarak çok iyi değiller. Vergiler çok yüksek ancak buna rağmen pahalı bir şehir değil.
          
        Gezimizin bir gününü de Avusturya ve Slovakya gezisine ayırıyoruz. Üç ülke başkentinin birbirine çok yakın olması bize aynı gün içerisinde Bratislava ve Viyana’yı da gezme imkanı tanıdı. Böylelikle üç ülkeyi de kıyaslama şansına sahip olduk.
          
(Macar mutfağından)
      Macarların ünlü yemekleri “Gulaş Çorbası” ve geyik eti gerçekten lezzetliydi. Gulaş Çorbası hakkında iki tür rivayet bulunuyor; bunlardan biri, Osmanlıda sefere çıkan orduya dağıtılan et yemeği yani “Kul Aşı” olduğu diğeri ise çobanların yaptıkları ve bu yüzden Çoban Yemeği(Gulyás) dendiğidir. Osmanlı döneminde tanıştıkları Paprika adında acı ve tatlısı bulunan biberleri meşhur, uzun süre adı  “Török bors” yani “Türk biberi” olarak anılmış. Avrupa’daki kahve kültürü de bizden geçmiş, daha doğrusu kahveyle ilk tanışmaları, Osmanlının seferlerinde yanlarında götürdükleri kahve çekirdekleri sayesinde olmuş.    
         
       Ülke oldukça güvenli, hapishanesinde en az mahkûm bulunan ülkelerden biri. Rehberimiz bizi bilgilendirirken “Eşyalarınızı ortaya bırakmayın, siz farkında olmadan çalınabilir fakat bunu sizi rahatsız etmeden yaparlar, hırsızları kibardır.” demişti.
       
(Mezarlıktan bir kare)
        Macaristan’da 1 Kasım ölüler günüymüş, o gün resmi tatil edilmiş. Ölülerine çok saygı gösteriyorlar, mezarlıkları gayet bakımlı ve çiçeklerle süslenmiş. Ölülerini kıyafetleriyle ve tabutla gömüyorlar ya da yakarak küllerini kavanoza koyup mezarlıklardaki taş bölmelerde saklıyorlar. İsteyen evine de götürebiliyor.
          
       Hayvanlara çok değer veriyorlar. Sokakta herkesin elinde bir köpeği var. Evcil hayvanların terk edilmemesi için hayvanlara özel çip takılıyor. Doğal hayvan hayatı o kadar iyi korunmuş ki yol kenarında çok sayıda yabani tavşan, karaca sürüsü, ceylan görebildik. Ana yolun çevresi tellerle çevrili, hayvanlar yolun karşısına güvenli geçebilsinler diye ağaçlıklı hayvan üstgeçitleri yapılmış.
          
     Macarlar Orta Asya’dan 4. yy’da gelmişler, Hunlarla akrabadırlar. Attila Büyük Hun imparatoru bu toprakları ele geçirmiş. Hungary-(Hungarya) Hunların memleketi anlamına gelmektedir. Attila ismini hala çok kullanıyorlar.
   
     Macar tarihinin en büyük olayı şüphesiz Mohaç meydan savaşı, savaşın izlerini hala kullandıkları deyimlerinde görebiliyoruz. Başlarına kötü bir şey geldiğinde “ Mohaç’tan da mı kötü?”, hızlı hızlı yürüdüklerinde “ Arkandan Türk mü kovalıyor?” derler. Kanuni Sultan Süleyman, Avrupa’da ilerlemek için Macar Kralına elçi göndererek kendisine tabi olmasını ister, Macarlar bağlılık göstermeyip elçiyi öldürürler. Bunun üzerine Osmanlı devleti 60.000 kişilik orduyla Macaristan’a savaş açar. Mohaç meydanında, tarihin en kısa sürede en çok kayıp verilen savaşı yapılır, Osmanlı savaşı kazanır. Macaristan için 150 yıl süren Osmanlı hâkimiyeti başlar.
(Galiçya Şehitliği)
      Son olarak gezimizi 1. Dünya Savaşı’nda şehit düşmüş kahramanlarımız anısına yapılan Galiçya Şehitliği’nde dualarla bitirip, hüzünle ayrılıyoruz. Bu gezide bizimle olan rehberimiz Abdullah Çakmak'a eğlenceli ve bilgi yüklü anlatımından dolayı çok teşekkür ederiz.
       
    İnsanlar gördüklerini, duyduklarını unuturlarmış ancak ne hissettiklerini unutmazlarmış, benim bu geziden hissettiklerim Macaristan’ı gerçekten sevdiğim olacak. Bunun nedeni akraba olmamız, bir çok ortak kelimemizin bulunması, orada geçirdiğim sürede kendimi yabancı hissetmeyişim, şehrin dinginliği, Macar halkının mütevaziliği olabilir. Nitekim en son Dünya tanıtım sloganı “Almanlar geldi 200 yıl kaldı, Türkler geldi 150 yıl kaldı, Ruslar geldi 50 yıl kaldı. Neden siz Macaristan için 1 hafta ayırmayasınız?” idi. Tarihleriyle barışık bir millet. 

                                                                                                                Semiha KORKMAZ

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;